SÜFRAJET:
Kadınlara
seçme ve seçilme hakkını kazandırmak için mücadele eden
kadınlara verilen ad.
Maud
(Carey Mulligan), hastalıklara ve yaralanmalara sık sık rastlanan
bir çamaşırhanede 7 yaşından beri çalışmaktadır. Aynı
çamaşırhanede çalışan George (Ben Whishaw) ile evlenen Maud’un
hayatta en büyük dayanağı oğlu Sonny’dir.
Bir
paketi teslim etmeye giderken eylem yapan süfrajetlerin arasında
kalan Maud, eylemciler arasında kendisiyle aynı çamaşırhanede
çalışan Violet’ı (Anne-Marie Duff) görür. Maud’un harekete
olan ilgisini fark eden Violet, onu süfrajet hareketine ve oy
haklarını savunmaya ikna etmeye çalışır. Tüm risklerin
farkında olan Maud, oy hakkı olmadan kadınlar için iyi bir
gelecek olmayacağını anladığında, ilham verici bir lider olan
kimyager Edith (Helena Bonham Carter) ile tanışır ve hareketin
içine daha fazla girer.
Bundan
sonra süfrajetlerin içinde hem sözcülük yapması hem de
eylemlerde ön plana çıkması nedeniyle göze batan Maud, bir
gösterinden sonra tutuklanır ve bir hafta boyunca hapiste kalır.
Bu travmatik deneyim boyunca tanıştığı süfrajetlerin
adanmışlığı onu hem ürkütür, hem de hayran bırakır. Kendini
hareketten ne kadar uzak tutmaya çalışsa da, bu adaletsizliğe
karşı duyduğu öfke, onu hareketin içine daha çok çekip
hareketin lideri olan Emmeline Pankhurst (Merly Streep) ile tanışmaya
dek götürür.
Maud’un
süfrajet hareketi içinde kazandığı konum, Müfettiş Steed’in
(Brendan Gleeson) de gözünden kaçmaz. Süfrajetlerin eylemlerini
ciddi bir tehdit olarak gören hükümet, her yola başvururken,
yenilikçi bir aygıt olarak fotoğraf makinesiyle şüphelileri
belirlemeye başlar. Müfettiş Steed, bu şekilde takibe aldığı
hareketten izole edilen ve ailesinden kopmuş Maud’un kendisi için
ajanlık yapacağına inanmaktadır…
DİREN!
100
YIL ve ÖTESİ
Yönetmen
Sarah Gavron, uzun süredir Süfrajet hareketi üzerine bir film
çekme arzusundaydı. “İngiliz
basını ‘süfrajet’ kelimesini, süfrajet hareketine katılan
kadınlarla dalga geçmek için kullanıyordu. Ancak hareket, bu
kelimeyi kabullendi. Süfrajetler, telgraf tellerini kesip, posta
kutuları patlatarak iletişim ağlarını kesiyorlar, mülklere
saldırıyorlardı. Artan devlet şiddetine karşın eşitlik
mücadelelerine dikkat çekmek için atıldıkları hapishanelerde
açlık oruçlarına başlıyorlardı. Bu sıra dışı ve muhteşem
hikâyenin hiç anlatılmamış olması beni çok şaşırtıyordu.
Kadınlardan kurulu bir ekiptik ve konuyu hemen sahiplendik.”
Gavron,
Diren!’de
çalıştığı yapımcılar Alison Owen ve Faye Ward ve senarist Abi
Morgan ile 2007’de Brick
Lane’de
de çalışmıştı. Alison Owen, “Bir
arkadaşımla kadınlara ne kadar az başrol verildiğinden,
verildiğinde de etraflarının nasıl erkeklerle doldurulduğundan
konuşuyorduk. Kimsenin Süfrajetler hakkında neden bir film
yapmadığını merak ediyorduk. Süfrajet hareketi İngiltere’de,
Amerika’da olduğu gibi ‘hanımefendilerin’ bir araya geldiği
bir topluluk algısına sahip değildi. Buradaki hareket daha
mücadeleci, daha gerillavariydi. Tam da işlenecek bir konu!”
diyor.
BFI
Film Fund’un direktörü Ben Roberts, “Zaman
zaman Diren! gibi tüm parçaları mükemmel bir uyum içinde olan
projeler gelir. Toplumsal eylem ve değişim anlamında önemli bir
hikâye olduğu kadar, kendi ‘sorunları’nın gölgesinde
kalmayan bir hikâyeydi. Abi senaryosuna gerilimi, duyguyu ve
korkutucu sahneleri ekleyerek bu sorunu aşmıştı. Sarah, Faye ve
Alison’ın tutkusu, bu hikâyeden önemli bir film yapılabileceği
güvenini verdi ki, toplanan ekip de bunun kanıtı.”
Gavron,
ekibin ilham kaynaklarını şöyle açıklıyor: “1912’de
yaşayan sıradan bir işçi kadının hik3ayesini anlatmak
istiyorduk. Yoğun bir araştırma yaptık. Hiç yayınlanmamış
günlükleri ve hatıraları, polis kayıtlarını ve akademik
yazıları taradık. Bunlar üzerinden Maud karakterini yarattık.”
Bir
kadının tarihin önemli bir döneminde geçen hikâyesini anlatma
fikri, iki tarihi figürün hayatlarını anlatan Iron
Lady ve
The
Invisible Woman filmlerinin
senaryosunu yazan Morgan için oldukça ilgi çekiciydi.
“Herkesin
bildiği birinin hikâyesini yazmak istemiyordum artık,” diye
itiraf ediyor Morgan. “Ama
Emmeline, Christabel ve Sylvia Pankhurst olmadan Süfrajet hareketini
nasıl anlatabilirdik ki? Hikâyeyi sıradan, adı sanı bilinmeyen
bir kadının gözünden anlatmanın, adaletsizliğin insanları
nasıl radikalleştirdiğini, insanların nasıl aşırıya
kaçabileceklerini ve bir ideal uğruna her şeylerini nasıl feda
edecekleri anlatmanın daha ilgi çekici olacağını düşündüm.”
Ama
Morgan’ın Maud’un hikâyesini bulması kolay olmadı. “İyi
bir film, dışarıda bıraktıklarınızla tanımlanır. Çoğu
zaman sevdiğiniz şeyleri atmalısınız, özellikle böyle geniş
bir konuyu anlatıyorsanız. Senaryonun ilk halini Romola Garai’nin
oynadığı üst sınıftan bir kadın olan Alice için yazmıştım.
Harika bir karakter olsa da, işçi sınıfı kadınlarından ayrı
bir yerde duruyordu. Sarah’ın akıllıca ‘Bence Maud daha ilginç
bir karakter,’ demesiyle ona yöneldim.”
“İzleyiciye
hitap edebilecek bir şeyler yapmayı istiyorduk,” diyor
Gavron. “Hepimizin
anlayabileceği duyguların içinde, hepimizin bildiği şeyleri
tecrübe eden bir karakter. Abi, dağ gibi bir araştırmanın
içinden siyasi bilinci yavaş yavaş gelişen, dönemine ait özgün
bir kadın portresi ortaya koydu.”
“Bu
kadınların, kendi zamanlarının bu kadar ötesinde olması bizi
afallattı,” diyor
Gavron. “Toplumun
tüm tabu ve yerleşik algılarını kırıyorlardı. Ancak bu,
toplumsal bilincin çok küçük bir parçasında geçerli. Derinlere
bir yerlere gömülmüş. Okulda, Süfrajetlerin yaptıklarıyla
ilgili kapsamlı bir eğitim almadım. Ne bombalama eylemlerini ne
mülklere saldırmalarını… Ne polisin şiddetli cevabını, ne de
kadınları dövüp zorla yemek yedirmeye çalışmalarını…
Anlatılmamış bir hikâye gibiydi.”
Carey
Mulligan, “Bizim
adımıza verilmiş bir savaşın meyvelerini bugün topluyoruz; ama
çok az insan bu hikâyeyi biliyor,” diyor.
SÜFRAJETLER
SESLERİNİ BULUYOR
Abi
Morgan, 12
Years A Slave’de
Carey Mulligan ile çalışmıştı. “Karakterinin
diyalogları ne kadar az olursa olsun, onlara özgünlük ve
sahicilik kazandırmayı başaran ender oyunculardan.”
“Carey’in
bir role bürünme konusunda inanılmaz bir yeteneği var,” diyor
Gavron. “O
kadar sahici, kendini o kadar güzel izlettiriyor ki. Kamera
karşısında sıra dışı bir duruşu var. Rolü için yoğun bir
araştırma yaptı; ama provalar ve çekimler sırasında harika
fikirler geliştirdi. Abartılı olmayan, gerçeklere yakın bir film
istiyorduk ve bizi çok iyi anladı.”
Carey
Mulligan, “Etrafımdaki
kimse, ne açlık grevlerinin ne de kadınların sanat galerilerine
ve binalara gerçekleştirdiği şiddetli saldırılardan haberdardı.
Bu projeye katılana kadar bunları ben de bilmiyordum,” diyor.
“Bu
tarihin daha yontulmuş bir versiyonunu öğrenmiştim okulda.
Kafamdaki imge, şapkalı kadınlar kuşaklara sarınmış keyifle
şarkı söyleyip çaylarını yudumlayarak yürümeleriydi. O
kadınların gerçekten neler yaşadığına dair hiçbir fikrim
yoktu.”
“Geceleri
eğitim alan emektar bir kadın olan Hannah Mitchell’ın ’The
Hard Way Up’ adlı otobiyografisini okudum,” diyor
Mulligan. “Süfrajet
Hareketi’nin ve İşçi Partisi’nin anahtar isimlerinden birine
dönüşüyor. Süfrajet hareketini orta ve üst sınıftan tanıştığı
kadınlar sayesinde keşfetmesi, Maud’un keşfine benziyor. Birçok
konuda gözleri açılıyor ve insanlardan etkileniyor. Sonunda kendi
sesini buluyor. Set boyunca kitabı yanımdan ayırmadım.”
“Muhteşem
kadınlardan oluşan değerli bir kadro oluşturma fırsatımız
oldu,” diyor
Gavron. “Maud,
Violet ve Edith gibi ana karakterleri böyle yetenekli isimlerin
canlandıracak olması heyecan vericiydi.”
Maud’u
Süfrajet Hareketi’ne katılmaya teşvik eden Violet karakterini
canlandıran Anne-Marie Duff, “Violet,
çabuk parlayan bir karakter. Sessiz ama heyecanlı ve tehlikeli
biri,” diyor.
Orta
sınıftan bir kimyager olan Helena Bonham Carter’ın canlandırdığı
Edith’in dükkânı süfrajetlerin toplantı merkezidir. “Edith,
birçok insandan esinlenerek oluşturulmuş bir karakter,” diyor
sayısız defa Oscar, Altın Küre ve Bafta adaylığı bulunup bir
kez de Bafta kazanan Helena Bonham Carter. “Uzun
boylu, İskoç, süfrajetlere jujitsu öğreten, onlara kendilerini
polise karşı savunmayı öğreten Edith Garrud adlı harika bir
kadın vardı. Emmeline Pankhurst’u koruyan The Bodyguard adlı bir
gruba eğitim veriyordu. Edith Garrud’un anısına karakterimin
adını Caroline yerine Edith olarak değiştirdim.”
Bonham
Carter’ın büyük büyük dedesi Lord Herbert H. Asquith,
olayların geçtiği dönemin başbakanıdır ve birçok anlamda
süfrajet hareketinin baş düşmanıdır.
“Bu
yüzden Helena’dan o rolü oynamasını istemek büyük cesaret
gerektiriyordu,” diyor
daha önce Bonham Carter ile Toast
adlı
televizyon filminde çalışıp onunla bu filmde de çalışmak
isteyen Ward. “Sürekli
Asquith’in kızı, Süjrajetleri pek de sevmeyen büyükannesi
Violet hakkında konuşurdu. Onun istediğine zaten sahip olan ve
Süfrajetlerin mücadelesini anlamayan bağımsız bir kadın
olduğunu anlatırdı. Bu, bana çok ilginç geldi ve olayın farklı
bir yanını görmemi sağladı. Violet zaten güçlü ve özgür bir
kadın olduğu için diğerlerine vurulan zincirler ona vurulmamış,
bu yüzden de Süfrajet hareketini anlamamıştı.”
“Emmeline’in
torunu Helem Pankhurst’u gördüğümde ‘Çok özür dilerim,’
dedim,” diye
anlatıyor Bonham Carter. “Violet
muhteşem ve inatçı bir kadındı. Neden babasına onları
dinlemesi gerektiğini söylememiş ya da neden süfrajet karşıtı
olmuş bilmiyorum. Anneme göre Violet, bir erkek çocuğu gibi
yetiştirildiği için hiçbir zaman ayrımcılığa uğramamıştı.
Asquith’in etrafı güçlü kadınlarla çevriliydi. Bütün önemli
ilişkileri ve sırdaşları kadındı.”
Bonham
Carter’a göre Asquith’in temel itirazların biri Süfrajetlerin
şiddete başvurmasıydı.
“Bence
saldırılar bir ihtiyacın, öfkenin sonucuydu,” diyor
Morgan. “Hareket,
eğitimli, etkin söylemleri ve bağlantıları olan ve hitabeti
güçlü Emmeline Pankhurst’te liderini bulmuştu. Hareketin ikonu
olup, ruhunu taşıyabilecek biriydi. Kadın haklarının ancak
erkeklerin ve savaşın taktiklerini uygularlarsa tanınabileceğine
inanmış karizmatik bir liderdi. Film, onların haklarını savunmak
için ne kadar ileriye gidebileceklerini sorguluyor.”
Emmeline
Pankhurst’u üç Oscarlı Meryl Streep oynuyor. Bir ikona bir başka
ikonun hayat vermesini istiyorlardı.
“Meryl,
Carey’nin fikriydi,” diyor
Ward. “Carey’nin
bana sorduğu ilk soru ‘Emmeline Pankhurst’ü kim oynayacak?’
oldu. Kısacık bir sahneden, tamamen mecazi bir şekilde bu kadının
kim olduğu açıklayabilecek güce sahip birine ihtiyacımız vardı.
Meryl, o insan.”
“Rüyalarımız
gerçek oluyordu,” diye
devam ediyor Gavron. “Meryl
çok hızlı ve olumlu bir dönüş yaptı. Onunla çekimler
sırasında Londra’da harika birkaç gün geçirdik. Konuşması
sırasında toplanan kalabalığı çektiğimiz ve onun yer almadığı
sahnelerde de orada olmak istedi. Tüm gece ekranda yoktu; ama sesi
yankılanıyordu ki kalabalığın tepki verebileceği bir şey
olsun. Bize ve projeye karşı yaptığı büyük bir cömertlikti.”
“Filmin
birçok sahnesi var ki, filmin sadece herkesin bir odaya oturup fısır
fısır konuştuğu politik bir film olmadığını gösteriyor. Bu
bir ‘eylem’ filmi, ki militan hareketin temeli de buydu. İşlerin,
eylemlerle yürütüleceğini ve duyulmak için herkesten daha yüksek
sesle konuşmaları gerektiğini biliyorlardı.”
YA
ERKEKLER?
“Seven
bir erkeği oynamak benim için çok önemliydi,” diyor
Ben Whishaw. “Karısına
aşık. Süfrajetlere takılmaması gerektiğine inanıyor. Oynadığım
karakteri yargılamak istemedim, hele modern değerlerimizle bunu hiç
yapmamalıydım. Yaptığı şeyler, korkusundan ileri geliyor. Tüm
bu değişim ihtimali onu büyük bir yük gibi yoruyor. Rahatsız
edici ve korkutucu bir şey bu. Eski düzen alaşağı ediliyor.
Şimdi dönüp baktığımızda en doğrusu buydu diyebiliyoruz, ama
o anı yaşayanlar bunu bilmiyordu.”
Hassas
Sonny karakteri için Whishaw’ın oyunculuğu Gavron’un tam da
aradığı şeydi. “Ben
Whishaw ile hep çalışmak istedim. Sonny’den bir stereotip
çıkartabilirdik ama öyle biri değil. Zamanının algılarına
esir olmuş biri. Duygusal olarak yıkıcı olduklarını bilmesine
rağmen kendini bazı şeyleri yapmaya mecbur hissediyor,” diyor
Gavron.
Whishaw,
Sonny ile empati kurabiliyor. “Erkekler
çürümeye yüz tutmuş bir erkeklik kalıbına sıkıştırılıyorlar.
Onları bekleyen şeyler için önlerinde bir rol model yok. Not
defterime, ‘Film, Sonny üzerineymiş gibi davran,’ diye not
düştüm. Ona bakıp hareketlerini eleştirmek çok kolay ama yanlış
olur.”
Filmin
bir diğer önemli karakteri de o dönem Süfrajetlere karşı en
sert önlemleri alan Güney İrlandalı polislerin bir toplamı olan
Müfettiş Steed. Polis departmanının süfrajetleri takibe almak
için geliştirdiği fotoğraf çekme yöntemi bir devletin,
vatandaşlarını gözetlemek için tarihte ilk defa başvurduğu bir
yöntem olarak kayıtlara geçiyor. Bu takibin başındaki Steed’i
ise İrlandalı aktör Brendan Gleeson canlandırıyor.
“Çok
sert görünse de böylesi bir kaosun önüne yasalarla geçilir.
Steed bundan vazgeçmeye niyetli değil. Bunun için doğal yasaları
çiğnemek gerekiyorsa onları da göze almış durumda,” diyor
Brendan Gleeson, Steed karakteri hakkında. “Ama
kendiyle yüzleşmeye başladığında, adaletsiz bir yasayı
korumanın çok da iyi bir fikir olmadığını düşünmeye
başlıyor. Steed, Güney İrlandalı, Katolik bir polis. Bu
birleşimin ne anlama geldiğini iyi yansıtmalıydım, yoksa
yaptıklarının sonuçlarını ya da başaracağı şeylerin neler
olduğunu umursamayan, sadece işini yapan bir adam çıkmış
olacaktı ortaya.”
“Steed’in
ilginç yanı, bir yerden sonra bu kadınların ne uğruna kavga
verdiğini anlamaya başlıyor olması,” diye
ekliyor Gavron. “Onları
gözetleyerek onları en mahrem noktalarına kadar tanımış oluyor.
Brendan tüm bunları yakalayan özel bir performans sergiliyor.”
BİTMEYEN
KAVGA
“Bu
kadınların filmi. Seslerini kazanmak isteyen, bunun kavgasını
veren ve kazanan kadınların filmi,” diyor
Faye Ward. “Ama
tabii ki toplumsal adalete ve eşitliğe ve her insanın değerli
olduğuna inanan herkesin filmi.”
“Feminizm,
hak etmediği halde uzun süre çirkin ve demode bir kelime olarak
algılandı,” diyor
Morgan. “Bu
film, içimizdeki feministi, süfrajetleri kabullenip ortaya çıkarmak
hakkında. Filmin yapım sürecinde yer alan her kadın adına şunu
söyleyebilirim ki, film sayesinde geçmişimizde yatan köklü
bağları yeniden keşfettik. Böylece neslimin kadınlarının
ellerinin ne kadar güçlü olduğunu, birçok anlamdan ilk dalga
kadınlarına göre ne kadar şanslı olduğumuzu fark ettim. Ama
eşitsizlik ve cinsiyetçilik hala yaşıyor. Batı dünyasında daha
az gözüküyor; ama hala orada. Dünyanın her yerinde, Nijerya’da,
Pakistan’da ve Orta Doğu’da da var.”
“İngiltere’de
hala birçok kadının siyasetle ve oy hakkıyla ilgilenmesi
gerekiyor. Özellikle senaryoyu yazarken bu benim için daha geçerli
bir yargı oldu.”
Carey
Mulligan’ın dediği gibi, “Filmimiz,
bize dokunmayan bir dönemin hikayesi değil. Tarihsel bir dönem
filmi de değil. Bitmeyen bir hareketin filmi.”
OYUNCULAR
CAREY
MULLIGAN
İlk
önemli rolünü Pride
and Prejudice (2015)’te
kapan Mulligan’ın kariyeri Hollywood’a kadar uzanan bir başarı
tablosu. Aynı sene Judi Dench ve Kiefer Sutherland ile oynadığı
Bleak
House diziyle
adını daha geniş bir kitleye duyuran Mulligan, sırasıyla An
Education (2008), Public Enemies (2009), The Brothers (2009), The
Driver (2011), Shame (2011), The Great Gatsby (2013), Inside Llewyn
Davis (2013) ve
Far From
the Madding Crowd (2015) filmlerinde
yer aldı.
MERYL
STREEP
Tüm
zamanların en iyi oyuncularından biri olan Streep, kazandığı
ödüller kadar kadınların sektörde eşit haklara sahip olması
konusunda gösterdiği çabaları ve girişimleriyle de ön planda
bir oyuncu. Kramer
vs. Kramer (1980), Sophie’s Choice (1982) ve
The Iron
Lady (2012) ile
üç kez Oscar heykelciğini kucaklayan Streep, Woody Allen, Sydney
Pollack, Michael Cimino, Clint Eastwood ve Mike Nichols gibi önemli
yönetmenlerle çalıştı.
HELENA
BONHAM CARTER
Kimimiz
onu Fight
Club (1999)’daki
Marla karakteriyle, kimimiz Harry
Potter serisindeki
cani Bellatrix Lastrange karakteriyle kimimiz de Burton-Depp-Bonham
ortaklığıyla hatırlıyoruz. İngiliz sinemasının en önemli
oyuncuları arasında yer alan Bonham Carter’ın The
Wings of the Dove (1998) ve
The
King’s Speech (2011) filmlerindeki
rolleriyle iki Oscar adaylığı bulunuyor.
BRENDAN
GLEESON
Brendan
Gleeson, ada sinemasının çıkardığı en iyi karakter
oyuncularından. Televizyonlarda film izleyebildiğimiz zamanlarda
Braveheart
(1995) ile
tanıdığımız İrlandalı oyuncu kah yan rollerde kah başrollerde
birçok filmde yer aldı. Michael
Collins (1996), The Butcher Boy (1997), The General (1998),
Harrison’s Flowers (2001), In Bruges (2008), The Guard (2011) ve
The
Calvary (2014) anılması
gereken performansları arasında.
ANNE-MARIE
DUFF
James
McAvoy’un, on sekiz yaşında izleyip hayran olduğu ve sonrasında
evliliğe kadar varan hayranlığının en büyük sebebi olarak
izleyenleri kendine hapseden bir oyunculuğu olduğunu
söylediği
Anne-Marie Duff, The
Magdalene Sisters (2002) ve
Before
The Sleep (2014) filmlerindeki
rolleriyle biliniyor.
BEN
WHISHAW
Britanya’nın
genç jenerasyon oyuncuları arasında seçtiği rolleri ve naif
performansıyla ayrı bir yerde duran çocukluğundan beri oyunculuk
yapan Ben Whishaw’ın patlama yaptığı film Perfume:
The Story of a Murderer (2006) oldu.
Ardından bağımsız yapımlar ve Hollywood arasında mekik dokuyan
oyuncu I’m
Not There (2007), Cloud Atlas (2012), Skyfall (2012), The Zero
Theorem (2013), The Lilting (2014) ve
The
Lobster (2015) da
yer aldı.
0 yorum:
Yorum Gönder